Doğduğum evin bahçesinde gezindim. Eskiye çok eskilere uzandım. Hatıralar uğuldamaya başladı. İçlerinden bazılarını o kadar net hatırlıyorum ki sanki dün yaşanmış gibi. Eski evimizdeki odamın arka penceresinden seyrine doyamadığım iki manzara vardı.
Biri, namaz vakitlerini bildirmek için ezan okuyan müezzinin, minarenin demir parmaklıklı şerefesinde ağır ağır dönerek ezan okuyuşu ve sonra küçük kapıdan içeri girip kayboluşuydu ki, bana tarifsiz bir heyecan verirdi.
Odamın penceresinde bu manzarayı görmek için saatlerce beklerdim.
İkinci ve en büyük zevkim, annemin pencere kenarındaki çeyiz sandığının üstüne çıkarak külahta leblebi şekeri yemek ve pencereden, geçip giden bulutları seyretmekti.
Kutbul Minar.. Bir başka adı ile Kutbetül İslam. Delhi-Türk Sutlanlığı'nın 900 yıl önce Hindistan'ın başkenti Delhi’ye vurduğu İslam mührü.
Ve yollar devam ediyor... Bu seferki durağımız Hindistan’daki ilk camiinin bulunduğu bölge.. Kutbul Minar.. Bir başka adı ile Kutbetül İslam. Delhi-Türk Sutlanlığı'nın 900 yıl önce Hindistan’ın başkenti Delhi’ye vurduğu İslam mührü... Delhi’ye gelip de Kutbul Minar'ı, yani Kütbettin Minaresini görmemek olur mu?
Geniş yollardan geçip ağaçlar ve çiçekler içinde muhteşem bir minare ve yıkıntıların olduğu yere geliyoruz. İşte ilk cami burada kuruldu. İlk camiden geriye kalan bir minare 1000 yıla yakın ayakta kalabilmeyi başarmış. Kutbül Minar'ı gördükten sonra Delhi demek Kutb Minar demek bizim için.. Çünkü dünyanın en muhteşem, en göz kamaştırıcı eserlerden biri.
XIII. yüzyıl Selçuklu eserlerinden olan Eğri Minare, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın babası Sultan I. Keyhüsrev tarafından 1221-1236 yıllarında yaptırılmıştır. Kırmızı tuğladan yapıldığı için Kızıl Minare, ayrıca ekseninden 27 C eğri oluşundan ötürü de Eğri Minare olarak isimlendirilmiştir. Kaynaklarda minarenin yanındaki caminin sonradan yapıldığı yazılıdır. Osmanlı kaynaklarının birisinde buradan Keyhüsrev Camisi ve Minaresi olarak söz edilmektedir.
Ne kadar da dikkatsizmişim…
Cuma namazlarını kılmaktan en keyif aldığım camilerden biri olan İstanbul’un Sultanahmet semtindeki o güzelim Firuzağa Camii’nin minaresi meğer tersmiş…
Geçtiğimiz günlerde Geleceğin Sektörleri konusunda bir sunum yapmak üzere Kandilli’de bulunan Hünkâr Köşkü’nde MÜSiAD Yayın Komisyonu toplantısına katıldım. Toplantıdan önce Rumeli Hisarı’nı karşıdan gören boğazın o nefis manzarasına nazır oldukça keyifli bir ortamda dostlarla sohbet ederken, bir işadamımız bana döndü ve “Değerli Hocam, Firuzağa Camii’nin minaresi neden ters?” diye sordu.
Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti O gün gelince İstanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk, "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi Çocuk da "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi.
İslamiyette ilk minare Mısır'n başkenti Fustat/Yeni Kahire'deki Amr İbn Al As camisinde inşa edilmiştir. Minare ana parçaya Emevi Meliki I. Muaviye zamanında vali Meslem bin Muhalled tarafından 678 yılında eklenmiştir.
Arap, İran, Hint, Türk, Mısır minare şekilleri farklıdır. Minare sanatının büyük ustası Mimar Sinan bu yapı öğesine geometrik ve zarif şeklini vermiştir. İnce çubuk ve kabartma süslü minarenin benzersiz örneği Şehzade Camii minareleridir. Selimiye Camii'nde uyguladığı teknikte minarenin üç şerefesine ayrı merdivenlerden çıkılmakta ve her merdivenden çıkan diğerini görmemektedir.
Darende’ye yolunuz düşerse camilerinden ayrı kalmış, melül mahzun bekleyen ‘yalnız’ minareler çeker dikkatinizi. Bir de hikâyesi vardır bu minarelerin. Gerçek midir, rivayet midir bilinmez, ama sevenleri ayırmanın, gönül yıkmanın, düşmanlığın akıbetini pek güzel anlatır bu hikâye. Tarihi İpekyolu üzerinde bulunan Darende, tarih boyunca pek çok medeniyete hizmet etmiş, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Sadrazam Sinan Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmış. Tohma Kanyonu, Günpınar Şelalesi gibi tabii güzellikleri barındıran Darende’ye yolunuz düşerse geniş birer bahçenin içinde, camilerinden ayrı düşmüş melül mahzun bekleyen minareler çekecektir dikkatinizi.
Minarelerin sesi asırlardır milletimizin sesi olagelmiştir. Biz, o seslerin çağlayanlar gibi üzerimize döküldüğü bir dünyada doğup büyüdük. O altın seslerle güne başladık, onlarla gün boyu yaşadık, onlarla oturup kalktık ve hâlâ onlarla oturup kalkıyoruz. Aslında o sesler, günde beş defa bize, kim olduğumuzu ve nasıl bir konumda bulunduğumuzu hatırlatır; biz de onlarla derlenir-toparlanır ve varoluş gayemize, gerçek insanî ufka yöneliriz.
Bu semâvî çağrı bizim dünyamızda, gökten indiği andan itibaren hep kendi orijiniyle gürleyip durdu, asla susmadı ve onca münasebetsiz hırıltıya rağmen ona icabet de hiç mi hiç kesilmedi. Her şeyin künde künde üstüne devrildiği dar bir zaman diliminde, bir kısım alafranga düşüncelerin tesiriyle onda da muvakkaten bir alaturkalaşma oldu ise de, o hemen bütün zaman ve mekânlarda kendine has örgüsü ve şîvesiyle hep devam etti ve gelip bugünlere ulaştı. Bundan sonra da -inşaallah- "ebed müddet" böyle sürüp gidecektir.
Tarih, bir milletin düşünüş tarzıdır. Tarihini anlamak, bunun için o milletin hangi şartlarda nasıl akıl yürüttüğünü, karar verdiğini ve uyguladığını anlamak demektir. Tarih ne bir karalama tahtası ne de hamaset nutuklarının atıldığı bir meydandır. Tarihe, çare aramak için dönülür. Tarihten usûl, erkân öğrenilir.
Her millet, kendi tarih rüyasını hayra yormayı öğrenmekle mükelleftir; kendisi ve civarı için. Rüyası yorulmamış bir tarih kuşun kanadındaki bir birikintiden ibarettir; tabir olununcaya kadar da orada kalmaya mahkumdur.
“Kitap okumuyoruz, halbuki Batılılar metroda bile kitap okuyor.” cümlesi “Amerikalı fezaya çıktı biz hâlâ nelerle uğraşıyoruz.” cümlesi kadar ağızlarda dolaşır hale geldi. “Okumamak”, büyüklerin yanında sere serpe yatmak gibi geleneksel olarak kınanacak bir akışa doğru sürükleniyor. Evlerdeki vitrinlerin üzerine kütüphaneler kuma olarak geliyor, mahallelerdeki bakkallar bu parlayan sektörü fark edip bisküvilerle gazozlarını kapı dışarı edip, kitap mağazaları açıyor. Yayın dünyası doğum kontrolünden vazgeçmiş gibi geçmişine inat sürekli yayınevi doğuruyor.
Tabii en mühim kısmı atlamayalım, yani yazarlarımızın sayısını, Türk parasının attığı sıfırları belli ki onlar gasp etmiş. Ne düşündüğünüzü biliyorum, isterseniz buraya da yazayım: “Ne yani siz bundan rahatsız mı oluyorsunuz?
Son yorumlar
14 yıl 31 hafta önce
14 yıl 31 hafta önce
14 yıl 31 hafta önce
14 yıl 31 hafta önce
14 yıl 31 hafta önce
14 yıl 32 hafta önce
14 yıl 33 hafta önce
14 yıl 34 hafta önce
14 yıl 34 hafta önce
14 yıl 34 hafta önce