Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal

Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal

Eski bir kitapta okumuştum: Hayatında cami nedir bilmeyen bir adam, gittiği bir köyde ilk defa minare görüyor. Aval aval bakmaya başlıyor. Biraz sonra müezzin yukarı çıkıp, şerefeyi dolaşarak ezan okuyor. Tabii ki, ezanı bitirdikten sonra minarenin küçük kapısından içeri giriyor. Büyük bir şaşkınlıkla manzarayı seyreden ahmak, yanındaki arkadaşına, “Gördün mü ağaç adamı nasıl yuttu?” diye soruyor. Bir kısım medyanın, “Ayasofya’nın minaresinde ezan sesleri.” diye manşet atmasını ben şahsen minareyi ağaç zanneden adamın cehaletiyle eş değer buluyorum. Bunlar bilmiyorlar mı ki, Ayasofya’nın minarelerinde ezan, yaklaşık beş yüz yıldan beri okunuyor.

Mâbedin müzeye çevrilmesiyle birlikte ara verilen ezana, 1991 yılının mart ayında tekrar başlanıyor ve şerefeler, ezanla bir kere daha şerefleniyor. Bu gerçeği bilmeyen bazı gazeteciler, sanki ilk defa uygulamaya konuluyormuş gibi, “Ayasofya müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor.” diyerek zihinleri bulandırmaya çalışıyorlar. Minare zaten ezan okumak içindir, şarkı türkü söylemek için değildir.

Büyük Türk hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’ın başkenti Kostantıniyye’yi, İstanbul’a dönüştürmesiyle birlikte, şehirde İslâm bollaşıyor. Bu arada Ayasofya da ihtida ediyor. O da Müslüman oluyor. Minareleriyle tezyin edilen bu, kadim kilise de, “Selâtin Camileri” arasına katılıyor. İlk ahşap minareyi, Fatih bizzat kendisi yaptırıyor. İkinci Mehmed’den sonra oğlu İkinci Beyazıt soldaki minareyi inşa ettiriyor. Diğer ikisini ise İkinci Selim ilave ediyor. Bu zarafet timsali minareler ayrı ayrı isimler taşıyordu. “Baş Minare”, “Ambar Minare”, “Tuğla Minare”, “İnce Minare” diye bilinen bu minarelere müezzinler ses güzelliklerindeki sıraya göre çıkıyorlardı. “Baş Minare”ye meşhur Hafız Sami, “Ambar Minare”ye padişah müezzini Deli Hüseyin çıkıyordu. Kısacası, Ayasofya’da imamlık, müezzinlik yapmanın bile bir âdâbı ve erkânı vardı.

Ayasofya gibi bir mimari şâhesere, ayrı bir özellik ve güzellik katan bu güzelim minarelerin bir zamanlar yıkılması istendiğini biliyor muydunuz? 6 Nisan 1966 tarihli “Yeni İstiklâl”de yayımlanan belge niteliğindeki bir yazıdan anlaşıldığına göre, İstanbul Müzeler Mimarı Kemal Altan, bir gün ağlayarak ünlü tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’ya geliyor. İki gözü iki çeşme konuşmaya başlıyor. “İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Aziz Ogan, önceki gün beni çağırdı ve Ayasofya’nın minarelerini yıkacağız. Emir aldım!” dedi diyor.

Meşhur tarihçimiz, sen merak etme, Ayasofya’nın minarelerini kimse yıkamaz diyerek Kemal Altan Bey’i teselli etmeye çalışıyor. Konyalı, hemen bir rapor hazırlıyor. Bizans İmparatoru Jüstinyen’in Miladi 537 yılında, “Ey Süleyman! Senin mabedini geçtim!” diye öğünerek ibadete açtığı Ayasofya, Bizans’ın son günlerinde tamamen harap olmuştu. Dolayısıyla fetihten sonra gerekli takviyeler yapıldı. Meselâ Sinan, mâbedi kalın ve yayvan payandalarla destekledi. Ana kubbeyi tutmak için bunları da yeterli görmedi. Kuzey batı tarafına, kubbe büyüklüğüne varan iki kalın minare yapmak suretiyle kubbenin ve mabedin ömrünü uzattı.

Ayasofya, Abdülmecid zamanında da esaslı bir tamirden geçti. Şimdi mâbedin yaşı daha da ilerledi. Minareler, ana kubbenin dayandığı son payandalar olmuşlar. Minareler yıkılırken -muhakkak ki- ana kubbe de yere serilecektir. Hıristiyanlık âlemi, Türklerin bu teşebbüsüne, “Türkler Ayasofya’yı yıktılar!” diye kara damgasını basacaktır, diyor. Kemal Altan bu mealdeki raporu derhal ilgililere veriyor. Ayasofya’nın başına gelecek büyük felaketi böylece önlüyor. Meşhur tarihçimiz İbrahim Hakkı Konyalı da yukarıda bahsettiğim yazısını, “Ayasofya’nın Minarelerini Nasıl Kurtardım?” başlığıyla yayımlıyor. Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki:

“Birçok günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak geçirdim. Diyarıbekir’in bir harika olan bu oğlu, konuştuğu zaman istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara benzerdi: İlk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bâni idi; maziye arkasını çevirmiş sâbit bir bakışla istikbale bakardı. Maziye karşı daussılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki: Harabisin harabati değilsin Gözün mazidedir ati değilsin Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle, Ne harabi ne harabatiyim, Kökü mazide olan atiyim. dedim. Bir cevaptan başka ciddi manası olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütarekeden sonra maziye karşı daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti.

Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin baharını hissettim. Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan Fatih; Kostantıniyye fethine dâir bir hadisin müjdesini hisseden o asker; tarihin en büyük faslını açmağa gelmiş olan o ejder gibi toplar, Gelibolu’dan gelen o bin bir yelkenli beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı. Elli yedi gün süren muhasarada ihtiyar Akşemseddin’in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Ya Müfettiha’l-ebvab!” diye bağırdığı tepelerden surlara baktım. İhtiyar Karaca Bey’in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur sarayı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yıkmaya çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim. Yedikule’den Eyüb’e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük surun orta kapısından şehre girdim.

Rumi Mayısın Yirmi Dokuzuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defa buradan girmişlerdi. O şafak vaktini, o müthiş mahşeri, 857 seneden beri İslâm’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci, bütün kalbimle hissettim. Fatih’in büyük tabutunun cephesinde duran destarı, Bellini’nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvirin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rüya maziydi. Birgün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal’i vaki’di. Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyla ilk defa idrak ettim!

Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zâta sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor.” Peygamberimiz’in hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkâri penceresi önünde durduk. İçerde iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: “Hırka-i Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?” Dedi ki: “Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.” Yavuz’un, Hırka-i Saadet’i Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız, nöbetle Kur’an okur.

Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir. Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki mânevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor! Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri, siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!” Duymuyor musunuz, yine ezan okunuyor!
Top