İhyaSanat İhya Sanat Köşesi



Bahçesaray

Şiir şehri mi demeliyim Bahçesaray’a yoksa masalların şehri mi bilemiyorum. Kimler şiir yazmamıştır ki ona; Rus edebiyatının kurucusu sayılan Puşkin, Sahaların milli şairi Oyunski ve elbet Şükrü Elçin Hoca ve yaşayan büyük Tatar şairlerinden Şakir Selim hemen aklıma geliverenler. Eminim, şimdi siz de benim eksik bıraktığım birkaç Bahçesaray şairi hatırlamışsınızdır. Belki de dünyada başka hiçbir şehir için bu kadar çok şair şiir yazmamıştır ki, onların her biri başka başka miletlerden veya coğrafyalardan olsun. Bu yüzden Bahçesaray’a şiir şehri mi demeliyim diye düşünüyorum.

Ama diğer taraftan, Bahçesaray’ı görenler hak vereceklerdir; güzelliği, naifliği, tabiatıyla bütünleşmiş mimarisi, mağrurluğa asla kaçmayan vekarı, dağların arasına saklanmış inci gibi duruşuyla bir masal şehri gibidir de. Bu tam bir saklanış da değildir aslında. Dağların arasındaki vadide kendisine ayrı bir dünya inşa etmiştir. Bu dünyanın içindeyken başka bir yere, şehre ihtiyacı yokmuş gibi bir duyguya kapılır insan. Vadinin, dolayısıyla şehrin tam ortasından geçen Cehennem Deresinin iki yanındaki sırtlara yaslanıp birbirine bakan evleri, daracık sokakları ile sanki bütün masallar bu şehirden doğmuş gibidir. Baksanıza küçücük deresinin adı bile Cehennem Deresi. Ve küçük sayılmayacak bu şehir her çocuğun hayal dünyasına sığabilecek kadar da sade ve sevimlidir.

Belki de Bahçesaray’ın bu masalsı dünyasıdır şairlere ilham veren. Bahçesaray ismi her söylenişinde, Şakir Selim’in “Bahçesaray ” şiirini aklıma getiriyor. Bu şirinde “Rastladım bir güzele sokağında /Merhaba dedi kaşı gözü kara/ Karadeniz dalgalandı kanımda…” der Şakir Selim. Şairin gördüğü güzel, alımlı Bahçesaray marallarından biri midir, yoksa Han Saray mı? Veya Han Camii mi, Gözyaşı Çeşmesi mi, Zincirli Medrese mi, hatta Gaspıralı’nın evi mi? Yoksa Bahçesaray’ın kendisi mi bilinmez ama herkesin gönlünü Karadeniz gibi dalgalandıracak bir güzel, mutlaka bulunur bu şehirde.

Bahçesaray’a Batı yönünden girilir, hatta belki de inilir demeliydim. Çünkü dağların arasında vadinin içine saklanan şehir, tam üzerine gelinmeyince görünmez. Gördüğünüzde de tepeden Bahçesaray’ın içine doğru inmeye başlarsınız. Şehir stadyumu, Kültür Merkezi gibi önemli sayılabilecek yerler bu kesimde olsa da, benim gönlümü Karadeniz gibi dalgalandıran güzel Han Saray ve Han Camii olduğu için, şehrin girişindeki bu mahalleler, o kalem minareli güzel mekâna ulaşmayı geciktiren sonradan yapılmış lüzumsuz yerlermiş gibi gelir bana.

Şehrin gerçekten de sonradan yapılmış bu batı mahallelerini geçtikten sonra, yol ana caddeye ya da Kırım Tatarlarının tabiri ile “Baş-caddeye” çıkar. Kırım Tatarları Bahçesaray’dan ve elbette Kırım’ın her yerinden büyük bir vandalizmle sürgün edilmeden evvel Yanık Cami Havuzu, Şeytan Çarşısı, Tuz, Yiyecek, Soğan Pazarı gibi adlarla anılan bir takım çarşı ve pazarlar Baş caddenin bu kısmında yerleşirlermiş. Şehrin ortasından kıvrılarak uzanan Baş cadde, Han Sarayın önünden geçerek, Bahçesaray’ın en Doğu ucunda yer alan Zincirli Medreseye kadar uzanır. Çıkardığı Tercüman Gazetesi ile bu şehirden Türkistan, Azerbaycan, İdil-Ural ve hatta Sibirya’ya kadar sesini duyuran ve fikirleri ile bugün dahi etkili olan İsmail Gaspıralı’nın, şimdilerde müze olan evi de Baş Caddenin Zincirli Medreseye yakın olan kısmındadır.

Bir cadde üzerine sıralanmış güzelliklerin, önce en güzeli karşılar gelenleri: Hansaray. Baş Cadde ile Hansaray arasında Cehennem Deresi yada diğer adıyla Çürük Suyun üzerine yapılmış küçük kemerli bir köprü ve köprünün hemen ucunda ise yaldız işlemeli bir saray girişine yaraşır ama asla abartılı bir gösterişe kaçmayan kemerli bir kapı vardır.

Bir sarayın bahçesindesinizdir artık. Bir saray… Aman sakın görüntüleri ile insanları ezmek için yapılmış abartılı batılı örnekleri getirmeyin gözünüzün önüne. Burası insana saygı duyan, onu sarıp sarmalayan, abartısız hatta dışından mütevazı bir intibaa bırakan ama içinde bir hanın veya hanlık idaresinin yaşadığını belli edecek kadar ama asla gösterişe kaçmadan bezenmiş bir Türk sarayıdır burası. İlla bir sarayla mukayese etmek gerekirse Topkapı Sarayının kardeşi gibidir Han Saray. Bahçe düzeniyle, tevazusuyla, haremliği selamlığıyla, divanıyla Topkapı Sarayı’na benzetirim ben Han Sarayı. Yalnızca ben değil, iki sarayı da görmüş herkes bu benzerliği yakalayabilir. Bu benzerliğin sebebini iki sarayın birbirinden etkilenmesinde arayanlar da haklıdırlar bence, aynı millet ve maneviyatın aynı mimarî tarzı yakalamış olduğunu düşünenler de. Mimarî, milletlerin maneviyatının maddeye şekil vermesinden başka nedir ki zaten.

Kemerli kapının girişinden hemen solda Han Sarayın mimarî bütünlüğü içinde Han Camii yer alır. Saray erkânından başka Bahçesaray halkının da en azından Cuma namazını kılmak için buraya gelmesi düşünülerek bahçenin hemen girişine yapılmış olsa gerek. Kırım Tatarlarının 1944 sürgününden sonra uzun yıllar müzenin bir bölümü olarak kalmış olsa da 1990’larda caminin sahiplerinin geri dönmeleri ile yine Cuma namazları için açılıp asli işine dönmüş.

Han Camiinin mimarisini Anadolu tarzı bir minare süsler. Kırım’da bugün ancak üç tanesi ayakta kalabilmiş olan bütün minareler bu tarzdır aslında. Biraz güvenlik biraz da koruma gayesi ile hiç kimsenin çıkmasına izin verilmeyen bu güzel minarenin şerefesine çıkmak bahtiyarlığına da bir vesile eriştik. Vesilemiz minareye çıkmamızdan daha ilgi çekiciydi doğrusu. Han Camiinin ince minaresine çıkarken yalnız değildim. Minarenin kıvrılarak yükselen dar ve loş merdivenlerinde önümde yürüyen kişi büyük tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık’tı. Kendisinin izni ve bilgisi olmadan itibarlı ismini bu yazıya dahil edişim, biraz da bu vesilenin sebebinin, tarihe not düşülmesine olan inancım neden oluyor. O gün, 1994 yılının Haziran veya Temmuz ayı olmalı. İnalcık Hocamızla birlikte giriyoruz Han Camiine. Hocanın duygusallığı her halinden belli oluyor. Büyük tarihçi için Bahçesaray’da olmanın, Han Saray’a girmenin ötesinde bir duygusallık. Nedenini çok geçmeden öğreniyoruz ve camii kısmında görevli Rus müze memurları dahil, orada bulunan herkes Hocanın duygusal atmosferine giriveriyor bir anda.

Dünya çapında büyük tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık Hocanın bu kadar duygulanmasının sebebi, 1917 ihtilalinin zorlamaları ile Türkiye’ye göçmek zorunda kalan merhum babasının, Han Camiinin müezzini olduğunu öğrenmekle her birimiz etkileniyoruz. Hoca, merhum babasının her gün beş vakit çıkarak Ezan-ı Muhammedî okuduğu Han Camii minaresinin şerefesine çıkmak arzusunu bildirdiğinde görevliler kilitli kapıları açtılar ve birlikte merdivenleri tırmandık. Şerefede Hocanın duygusallığın daha da arttığını fark eder etmez minarenin arka kısmına geçtim taa ki kendisi inebiliriz diyene kadar.

Kemerli kapıdan girdikten sonra sağ tarafa doğru kıvrılan yol Han Sarayın, saray binalarına gider. Henüz saraya girmeden, burada Puşkin’in ve pek çok şairin şiirine konu olan meşhur Gözyaşı Çeşmesi karşılar gelenleri. İri gözyaşı taneleri gibi damlacıklar akar mermer sütunundan. Bu çeşme adeta, Han Saray’ın hansız, Bahçesaray’ın Tatarsız kalışının ve on yıllardır çekilen onca acının, ıstırabın, hasretin dinmeyecek yasını tutarmış gibi gelir bana. Gelen bütün ziyaretçiler önce Gözyaşı Çeşmesini selamlayarak başlarlar bugün müze olan Han Saray’ı gezmeye. Burası bir dönem Moskova’yı vergiye bağlamış güçlü bir devletin idare merkezidir. Yalnızca devlet gücünün değil, Giray Han gibi büyük şair ve bestekâr hanların içinde dolaştığı, şiirin, musikinin, yüksek estetiğin de merkezidir.

Han Saray, güzel bahçesinin içine divan, selamlık, harem ve diğer bölümleri ile bu büyük estetik anlayışla yerleştirilmiştir. Bu bahçe “Türk bahçe sanatı var mıdır” diye merak eden Batı eğitimli peyzaj mimarlarına, bahçe sanatımızın ne olduğunu gösterecek, önemli bir örnek olarak saklanmışçasına kendine has düzeni ile dikkat çeker.

Baş Cadde, Han Sarayın önünden kıvrılarak Zincirli Medreseye doğru giderken İsmail Gaspıralı’nın evinin önünden geçer. Bu ev Gaspıralı’nın hem evi hem Tercüman Gazetesinin matbaası hem de usul-ü cedidle eğitim veren bir okuldur. Gaspıralı’nın Türk Dünyasındaki tesirleri, fikirleri ve kendi büyüklüğü yanında küçük bir mekânmış gibi gelir insana. İki katlı küçük bir Bahçesaray evidir burası. Ve bu haliyle bu evde nelerin yapıldığını bilenlere, büyük işler yapmak için büyük mekânlar ve imkânlardan çok büyük yürekler gerektiğini hatırlatmak istercesine durur Baş Caddenin kenarında.
Baş Cadde buradan son menzili Zincirli Medreseye doğru kıvrılmaya devam eder.

Zincirli Medrese, giriş kapısına bir metreden biraz yüksek bir seviyede gerilen kalın zincirden alır adını. İlmin kapısından girerken herkes baş eğmelidir. Eğmeyene eğdirirler. Bu kapıdan girmek için herkes zincirin altından eğilerek geçecektir, Han bile olsa. Kudretli Kırım Hanlarının şehrinde zincirli medrese ilmi hürriyetin ve ilme olan saygının da sembolü gibi durur karşımızda. Han ya bu binaya girmeyecek veya başını eğip gelecektir. Konya’da da bir Zincirli Medresemiz vardır bizim. Bu büyük alim İsmail Buharî’ye “Valinin oğluna ilim gerekli ise medreseye getirsin, ben saraya gidip ders vermem” dedirten maneviyatın ve anlayışın Bahçesaray’daki devamından başka bir şey değildir aslında.

Bugünlerde Türkiye’nin girişimleri ile restore edilmeye başlanan Zincirli Medrese, Sovyet döneminde uzun yıllar akıl hastalarının konulduğu tımarhane olarak kullanılmış. Bizim de ilk gördüğümüzde içinde kimi giyinik kimi çıplak akıl hastalarının koşuşturduğu bir mekândı. Onların arasında yürümeyi göze almıştık çünkü İsmail Gaspıralı’nın ve bazı Hanların kabirleri Zincirli Medresenin bahçesinde yer alıyordu. Kabirleri başında bir Fatiha okuyabilmek için tedirginlikle, hatta korkulu gözlerle etrafı kolaçan ederek yaptığımız o ilk ziyaretten beri hep düşünüyorum, acaba Zincirli Medresenin tımarhane yapılışında, mekânın uygunluğundan başka bizlere vermeye çalıştıkları sembolik bir mesaj da var mı diye.

Zincirli Medrese ile Baş Cadde biter ancak Bahçesaray’ın bir başka meşhur yeri de Medresenin arkasındaki tepelerdir. Toprak Tepe veya diğer adıyla Çufut Kale’dir burası. Meşhurluğu ise adından da anlaşılacağı gibi buralarda bugün nüfusları 3-5 bin civarında olan Yahudî Türklerin yaşadığı mekânlar olmasındandır. Bahçesaray’ın doğu ucu Zincirli Medrese ile biter aslında. Bugün insanların yaşamadığı bu alanlar Zincirli Medreseden sonra dik yokuşlardan, patika yollardan çıkılan beyaz bir topraktan kale görünümündeki tepenin üzerinde, tarihî mağara benzeri yerleşim yerleridir. Anlatılanlara göre burada kendilerine Karay denilen ve Kırım Tatarları ile aynı lehçeyi konuşan Yahudi Türkler yaşarlarmış. Burada bazı el işleri yapar, şehre inerek onları satar ve ihtiyaçlarını alarak tekrar bu yüksek tepeye çıkarlarmış. Adına “Çufut” denmesi de Karayların burada yaşamasından kaynaklanmış. Şimdi Karay’lar küçük cemaatleri ile Aşık Ömer’in şehri Gözleve’de hayatlarını sürdürüyorlar.

Masalımsı atmosferi ile şairlere ilham, şiirlere konu olan Bahçesaray’a, yine Şakir Selim’in Bahçesaray şiirinden mısralarla veda edelim:

“Yeşil yamaçlar arasında esen yelin
Dar sokaklı mahallelerde kimi arar?
Niçin kuruyup kaldı sırlı çeşmelerin?
Söyle bana Bahçesaray, Bahçesaray.”


Son yorumlar